Nükleer totem, tabu ve safsata
5 mins read

Nükleer totem, tabu ve safsata

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaşla birlikte, nükleer güç kullanımı dillere pelesenk oldu. Nükleer silahlar kıraathanelere kadar düştü. Kelli felli diye tarif edilen insanlar, şimdilerde nükleer silah kullanımını futbol takımında oynatılacak forvet oyuncuları gibi tarif ediyorlar. Oysa nükleer caydırıcılık, Soğuk Savaşın güç dengesi, hatta Lester Pearson’un ‘dehşet dengesi’ kavramıyla tarif edilebilir. Güç dengesi, az sayıda devletin dünyayı yok edecek kadar nükleer silaha sahip olmaları ve bu silahları kullanmamalarına dayalı bir nükleer doktrine dayanıyor. ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin’in birbirlerine çok benzer, açıkladıkları ve güncelleştirdikleri doktrinleri, kimin hangi şartlarda bu silahları kullanacağına yönelik koreografiyi önceden belli bir protokole dayandırıyor. Nükleer silah kullanımı bir tabancanın şarjöründe bulunan fişeği namluya sürülüp tetiğe basmak kadar kolay değil. Bu yüzden, savaşmamak için nükleer silah bir totem, kullanımı da tabudur. Nükleer silahların kullanım doktrini konusunda en bağımsız ülke Fransa. Bu hem bir avantaj hem de bir dezavantaj. 

Ukrayna savaşıyla birlikte nükleer retoriği başlatan ülke Rusya oldu. Hatta sadece Kola Yarımadasındaki stratejik nükleer silah yığınağını güçlendirmiyor, aynı zamanda, Belarus’un Osipovichy ve Prudok şehirlerinde de nükleer silah yerleşkesi hazırlığı içerisinde. 8000 km menzile sahip bir nükleer silahın NATO sınırları yakınına getirilmesinin herhangi bir stratejik amacı yok. Avrupa kamuoyunu korkutmayı hedefliyor. Sanırım İtalyan Dışişleri Bakanı Tajani, hatta Almanya Başbakanı Scholz nezdinde etkili oldu. Ancak nükleer güç konusunda bilgili kimse Rusya’nın bu hamlesinden pek de kaygılanmadı. Önemli olan kullanım koreografisi. 

Dikkatlerden belki kaçmıştır, ancak Rusya’nın taktik nükleer silah kullanma tehdidine karşı tepki Beyaz Saray’dan değil CIA’in eski başkanı David Petraeus tarafından dile getirildi. ABC’ye verdiği bir demeçte, Rusya’nın Ukrayna veya başka bir yakın coğrafyada taktik nükleer silah kullanması halinde ABD’nin “muhtemelen, Kırım’ı ve Kaliningrad’ı konvansiyonel silahlarla düz edeceği” uyarısında bulunmuştu. Bu çerçevede Rusya’nın nükleer söylemi ve bundan korkan Avrupalıların söylemleri şu aşamada sadece safsata. Fransa’nın nükleer taarruz imkanına ve yeteneğine sahip denizaltılarını sefere göndermesi ise retorik değil. Aksine, Rusya’nın nükleer söylemi konusunda el artırabilecek yeteneğe sahip olduğunu hatırlatmak. Bu bir oyun değil. Blöflü poker ise hiç değil. Rusya nükleer blöf yapıyor, ülkesinde düzenlediği seçimlerin demokratik olduğunu iddia etmesi gibi. Küresel Güney ülkeleri bu nükleer ve demokrasi blöfüne kanıyorlar. NATO ülkeleri ise, bu konuda ciddiyetlerini bozmaya asla niyetli değiller. 

Kaan’ın etkisi

Geçtiğimiz hafta ABD Başkanı Joe Biden’ın MSNBC’ye vermiş olduğu demecin gözden kaçan unsurları oldu. Gazze konusunda, Biden, Netanyahu’ya ‘ABD olarak Irak’ın işgali ile yaptığımız hataya Gazze’de düşmeyin’ dediğini söyledi. Bu cümle ile Biden, ABD’nin Irak işgalinin bir hata olduğunu zımnen kabul etmiş oldu. Bu, aynı zamanda ABD-Türkiye ilişkilerine yeni bir format getirmenin ve yeni bir temelin simgesi olabilir. Nitekim 1 Mart tezkeresi  döneminde ABD ordusunda üsteğmen veya yüzbaşı olan subaylar, şimdilerde Pentagon ve CENTCOM’da üst düzey yetkililer ve Türkiye’ye zaman zaman adeta diş biliyorlar. Biden, Türkiye’ye bu konuda diş bilememek gerektiğini zımnen de olsa dile getirmiş oldu. Blinken ile Fidan’ın Washington’da ABD-Türkiye stratejik ilişkilerine çok boyutlu yeni bir ivme kazandırma çabası da bunun bir parçası. Ankara’nın Rusya’ya daha mesafeli davranıp, Ukrayna’ya daha fazla sahip çıkması da cabası. ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin ‘Nuland sürecini’ canlandırma çabasında olduğunu açıklaması da önemli. Beyaz Saray’dan da Türkiye konusunda yapıcı sinyalin gelmesiyle birlikte yumuşama gösteren Nuland, daha yapıcı bir tutum sergiliyor. Bu sadece Biden’ın Irak sözlerinden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda Kaan’ın havalanmış olması sayesinde de oluyor. Zira ABD, 5 yıl içerisinde Türkiye’yi yeniden F-35 programına dahil etmenin ‘kazan kazan’ formülünü bulmaması halinde, Türkiye’nin de artık F-35’e tedarikçi olma ihtiyacı kalmayacak gibi. Kaan şimdiden nelere kadir…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir